IRCForumu.ORG   sohbetkacak
reklamalanı


 
 
Seçenekler Stil
Alt 01 Ağustos 2021, 13:02   #1
Standart 6.7. Atatürk ve Cumhuriyet

Bir fazilet rejimi olarak bilinen Cumhuriyetin siyasi terim ve lügat manaları farklılık arz eder. Lügatlerde halka ait, kamu malı gibi karşılıkları olan kavram aslında çok eski dönemlerden beri kullanılmaktadır. Önceleri devlet manasına kullanılan Cumhuriyetin bu günkü anlamını XVI. Asırda kazandığını biliyoruz; “Devlet başkanının seçimle belirlendiği hükümet şekli”. Kavramın tarihi gelişiminden ziyade en önemli görülen yönüne vurgu yapmak istiyorum; “hürriyeti korumak”. Cumhuriyet kavramını ilk defa siyasi manada kullanan Makyavel’in devlet başkanının seçim tarzını bu temelden sonraya aldığını biliyoruz. Yine işaret edelim ki, seçim tarzı için yaptığı ayırıma dikkat edilmemesi Cumhuriyet = Demokrasi anlayışını ortaya çıkarmıştır. Burada halkın seçimdeki etkinliğini sistemin demokratik olup olmamasında mihenk taşı olarak değer kazanmaktaydı.

Atatürk’ün en çok etkilendiği düşünürlerin başında gelen J.J. Rousseau, ise Cumhuriyetin temelini “Halkın menfaatini sağlayan kanunlarda” görmektedir. Bu esas haricinde hiçbir şeyi önemsemeyen düşünür, halk hâkimiyetinin doğrudan yürürlükte olmasının ancak kanun hâkimiyetiyle mümkün olacağını düşünmektedir.

Atatürk ‘ü, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetini etkileyen bir diğer düşünür Montesquieu ise Cumhuriyeti “milletin tamamının veya bir kısmının idare etme gücünü elinde bulundurması” olarak tanımlar. Vatan ve eşitlik sevgisinden oluşan fazileti Cumhuriyetin temel ilkesi olarak gören Montesquieu, onsuz devletin yaşamayacağını savunmaktadır.

Şimdi Atatürk’ün daha ilk subaylık dönemlerinden itibaren Türk milletinin kurtuluş çaresi olarak neden Cumhuriyeti düşündüğünü ele almalıyız; Osmanlı Devletinin eski gücünü ve itibarını kaybetmeye başladığı XVI. Asırdan itibaren yeniden eski günlere dönebilmek amacıyla kısmi bir takım düzenlemeler yapılmaya başlanmıştı. Öncelikle askeri, sonra siyasi ve idari bir takım düzenlemeler gerçekleştirildi. Bilhassa XVIII. Asrın sonunda III. Selim ile başlayan idari reformlar ile devletin yapısındaki zaafın etkileri giderilmeye çalışılmış, ancak ulema zümresi ile Yeniçerilerin yeniliğe muhalefeti dolayısıyla umulan netice alınamamıştı. Tanzimat ve Islahat dönemlerinde yapılan düzenlemeler önceki döneme nispetle bir anlayış değişikliğini de beraberinde getirmiştir. Bu değişiklik dünya siyasetinde belirleyici önemi olan devletlerden müessese ve kanunlar almak şeklinde ortaya çıktı. Yine bu dönemde yapılan düzenlemeler devletin temeldeki sıkıntısını da ortaya koymaktaydı. Bunların başında, idarenin dini esasların belirleyiciliğinde yürüyor görünmesine rağmen fiiliyatta tamamen bir keyfiliğin hüküm sürmesi gelmektedir. Türkiye de demokratik gelişmelerin başlangıcı olarak görülmeye çalışılan Sened-i İttifak metninde ve daha sonra Devletin herhangi bir dış zorlamaya maruz kalmadan ilan ettiği Tanzimat Fermanında devlet ricalinin gerçekleştirmeye çalıştığı ilk şey karşılıklı olarak birbirlerinin iktidarını kısıtlayacak şartlar bulmak olmuştur. Devleti yöneten kadro dahi yapılan düzenlemeler vasıtasıyla can ve mal emniyetine kavuşmaya gayret etmişlerdi. Bununla birlikte Cumhuriyet idaresinin ilk olarak Fransız ihtilali ile ortaya çıkması ve yayılma emaresi göstermesi üzerine başlayan endişe Osmanlı devletinde bilhassa 1848 İhtilalleri sonrasında had safhaya çıkmıştır. Hanedanın yerine halkı hâkim kılmaya çalışan bir düzen ikame etmek çabaları tabii olarak bu tarz bir idareye sahip devletlerde huzursuzluklara yol açacaktır.

Elbette ki o zamana kadar devlet işleri ile uzaktan yakından ilgisi olmayan halkın yönetimde etkin olacağı bir sistem Osmanlı devlet adamlarının rahatsızlığına yol açacaktı. Onlar da ülkelerini insanlarını seviyorlardı, ancak yönetenlerin icraatlarına karışmamak, tenkit etmemek kaydıyla. Nitekim Atatürk’ü derinden etkileyen Namık Kemal de yazılarında Cumhuriyet idaresinin faziletlerinden bahsederken bu hususu göz önünde bulundurmuş, devlet adamlarının tenkit edilmeye tahammül edemeyeceklerini, kontrol vasıtalarını ilk fırsatta devre dışı bırakmak isteyeceklerini ifade etmişti. Öyle ise onların keyfi hareketlerini önleyecek müesseselerin çok iyi düzenlenmesi gerekecekti. İlk Anayasa ve Meşruti Monarşi deneyiminden sonra ortaya çıkan muhalefet her türlü yetersizliklerine rağmen bütün mesaisini Anayasalı bir sistemi geri getirmeye hasretmişti. Halkın fiilen devre dışı kaldığı Anayasal düzenleme ikinci meşrutiyetle düzeltilmeye çalışılmış, ancak yeni yöneticilerinde iktidarda kontrole tabi olmaya tahammül edememesi üzerine birbiri ardına düzenlemeler ile başlanılan noktaya dönülmüştü. Kısaca Padişah yine Halk temsilcilerinden oluşan, bir diğer ifade ile halkın iradesine tercüman olan Meclisi kolaylıkla kapatma yetkisini elinde bulunduruyordu.

Atatürk’ün şahsında daha mücadelenin başında köklü bir değişim söz konusu olmaktaydı. Bu değişimlerin en önemlisi ve değerlisi olan anlayış değişimiydi. Hemen işaret etmeliyiz ki, Osmanlı devletinin mevcut ortamında yetişen bir şahsiyet olan Mustafa Kemal Atatürk, devletin ve milletin içinde bulunduğu güçlüklerin temel sebebi olarak gerek devlet adamlarında gerekse halkta yerleşmiş olan kayıtsızlığı, her husustaki başıboşluğu, temel bir kanuna bağlı olarak yönetilmeyişimizi görmekteydi. XX. Asırda her şeyin temelinde halk iradesinin belirleyici olması gereğine her vesile ile işaret eden Atatürk, Türk milletinin kendi kendini idare edecek kabiliyette olduğuna inanıyordu. Milletin inandığı liderler ile her şeyin en iyisini yapacağını fiilen harp sahalarında yaşayan Atatürk, mücadelesinin sonuna kadar bu anlayışını korumuştu. Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçiş gibi hem şekil hem de mahiyet itibariyle köklü bir değişimi gerçekleştirirken daima meşru sınırlar içinde kalmaya özen göstermiş, bunu da başarmış bir devlet ve millet adamıdır.

Söz konusu değişim sürecine ana hatları ile baktığımızda onun bu özelliği daha iyi görülecektir. Birinci dünya Savaşında üzerine aldığı görevleri başarıyla yerine getirdikten sonra mütareke devrinde Anadolu’ya gönderildiği andan itibaren Türkiye Cumhuriyetini kurup Türk milletini çağdaşlaştırma yolundaki en büyük adımlar olan inkılapları gerçekleştirene kadar hep meşru sınırlar içerisinde kalmıştır. Yine ifade edelim ki, meşru sınır halk iradesine dayanıyor olmaktır. Samsundan hükümet merkezine gönderdiği raporlarda halkla temasının sonuçları olarak Türk insanının kendi hâkimiyetine dayanan bir anlayışın gerçekleşmesi için yekvücut olduğunu bildirmekteydi. Türk İstiklal Mücadelesinin kilometre taşları olan Amasya Genelgesi ile başlamak üzere, Erzurum ve Sivas kongrelerinde hareket noktası olarak daima halkın iradesini ele aldığını ve ona dayanmak zaruretini göstermiştir. Yine bu esnada oluşturulan Heyet-i Temsiliye vasıtası ile halkın varlığını fiilen ispat etmiş, aynı zamanda kendi meşruiyetinin zeminini hazırlamıştır.

Anadolu mücadelesinin ilk safhasında son Osmanlı Mebusan Meclisinin feshi üzerine etrafındaki kanun adamları dahi öncelikle bir ordu teşkil ederek mücadele etme telkininde bulunurken o bunları reddetmişti. Zira o, devrin halk iradesinin hâkim olacağı bir zaman olduğunu, önce milletin iradesini ortaya koyacak Meclisin oluşturulması gerektiğini inanıyordu. Gelişmeler onun haklı olduğunu göstermiştir. Bütün bu gelişmeleri ele alırken bir şeyi de unutmamalıyız bunları savunurken dünyada bu tarz idareler çok revaçta değillerdi. Demokrasinin yıldızının parlamasının ikinci dünya savaşından sonra olduğunu hatırlarsak Atatürk’ün milli iradeyi hâkim kılmak ve her işte ona dayanmak ilkesinin değerini daha iyi anlayabiliriz.

Her adımını meclisin kontrolünde atarak milli iradeyi fiilen gerçekleştiren Atatürk, en zor zamanlarda dahi Meclisi devre dışı bırakmamış, çok farklı düşüncelere sahip milletvekillerini de ikna yolu ile fikrine kazanmaya gayret göstermiştir. Meclise verilen bu önemin herhangi bir şekilden ibaret olmadığını, meclisin daima her türlü tesirden azade çalışması gerektiğini Atatürk her ortamda gerçekleştirmeye çalışmıştır. Son Osmanlı Mebusan Meclisinin Anadolu da toplanması gerektiğini savunurken de gerekçesi “işgal altında çalışacak bir Meclisin millet hâkimiyetini kayıtsız şartsız sağlayamayacağı endişesi olmuştur. Atatürk’ün bu çabası o günlerdeki ortamı göz önüne aldığımızda daha bir değerlenir. Çünkü onun en yakın mücadele arkadaşları bile idare tarzında ve anlayışında köklü değişikliklere hazır değillerdi. Nitekim anayasaya ilk madde olarak milli iradenin hâkimiyeti konduğunda en yakın çevresinden pek çok tepki gördü.

Saltanatın kaldırılması sırasında, savaşlarda işlerin karıştığı anlarda hem destekçilerine hem de muhaliflerine makul ve ikna edici açıklamalar yapmak zorunda kaldı. Cumhuriyeti dahi bir takım siyasi kombinezonlar yaratarak ilan etti. Kabul etmek gerekir ki, muhaliflerini zor kullanarak etkisiz hale getirebilecek güce sahipti. Ancak o ikna ile kazanmak yolunu seçti. Bu suretle vardığı neticeyi; “Millet hükümettir, hükümet millettir, Bugünkü hükümet ve teşkilat doğrudan doğruya milletin kendi kendine yaptığı bir hükümettir, adı Cumhuriyettir” sözleriyle açıklayan Atatürk, yöneten ile yönetilen arasında eski ayrılığın kalmadığını, hükümet mensupları ile milletin birbirinden ayrı olmadığının görüldüğüne inanmıştır.

Türk milletinin gerçekleştirilen siyasi ve sosyal düzenlemelerin sahibi olduğunu, milletteki kabiliyet olmasa onu kimsenin gerçekleştiremeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. Türk milletinin yaratılıştan kabiliyetli olduğuna adeta iman eden Atatürk, milleti bilgilendirmek ve harekete geçirmekle aydının vazifesini yapmış sayılabileceğine inanmaktadır. "Bizim bildiğimiz hakikatler milletçe de tamamen anlaşılınca onun kaderi hususunda bizim gibi düşüneceğinden şüphe edilmemesi gerekir”. Bu inançla onun yaptığı ve yapacağı işler hakkında daima milletle diyalog halinde olduğu görülecektir. Savaş sahasındaki mücadele diplomasi masasına aktarıldığı andan itibaren milletini gelişmelerden haberdar etmek için memleketin çeşitli yerlerine geziler düzenleyerek hükümetin uygulamaları hakkında açıklamalar yapmış, her kesimden halkla temas ederek onların beklentilerini tespite çalışmıştı. Bütün bunlar sadece şekil itibarıyla yapılan işler değildir.

Atatürk’ün Türk Milleti için en ideal idare tarzı olarak gördüğü Cumhuriyeti tercih sebebi çeşitlidir. Her şeyden evvel Cumhuriyet “millet hâkimiyetini en gelişmiş şekilde gerçekleştiren sistemdir. Türk milli bünyesine en uygun tarzdır”. “Cumhuriyet barışçı bir sistem olarak Türk milletinin her şekliyle medeni bir millet haline gelebilmesi için gereken zemini en iyi şekilde temin edecektir”.

Atatürk uzun uğraşlar sonunda gerçekleştirdiği Cumhuriyetin yaşaması ve yerleşmesi için gerekli her türlü tedbiri almakta tereddüt etmemiştir. Samimi bir imanla gerçekleştirdiği sistemin halka mal olduğuna ve Türk insanının kendisine bırakacağı Atatürk emanetine sahip çıkıp sonsuza kadar yaşatacağına inancını şu sözlerle dile getirmiştir; “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacak, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”. Bir asra yaklaşan ömrüyle Türkiye Cumhuriyeti, halkı ve devleti ile bu vasiyeti haklı çıkaracak bir çabanın içerisindedir. Çağdaş ve modern dünyada var olmak için bu bir mecburiyettir.
________________

El Haset Min-El Mahrum
Kötü Niyetle İyi Murada Varılmaz ! ! !
 


Şu anda bu konuyu görüntüleyen etkin kullanıcılar: 1 (0 üye ve 1 ziyaretçi)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB kodu Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Kapalı



Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 12:35.